Bu metin bir "fikir" için yazılmadı. Bir ideolojinin savunusu, bir partinin bildirisi, bir akımın çağrısı olarak hiç değil. Ben herhangi bir kaba sığmamakla birlikte çoğu zaman kapları, insanın üstüne giydirilmiş, önce sıcak tutan sonra boğan giysiler olarak görmekteyim: Bir süre korur, sonra beden büyüdükçe dikişleri can yakar; nefesi, jesti, omuzun doğal hareketlerini kısıtlar.
Bu manifesto, o giysilerin düğmelerini tek tek iliklemek için değil; gerektiğinde düğmeleri çözmek, hatta soruyu bizzat giysiye yöneltmek için yazıldı.
Dolayısıyla satırlarımda ne bir doktrin, ne de bir reçete arayın. Burada, "haklı çıkmak"tan çok hakikati aramak söz konusudur. Bir kaba değil, boşluğa bağlı kalmaya çalıştım. Sözün ağırlığı da, eksikliği de benim payıma düşendir. İsabet var ise metnin ortak aklınadır, kusur var ise bütünüyle bana aittir.
Okurdan ricam şudur: Bu manifestoyu "konuşan" cümleleri kadar "suskun" boşluklarıyla da okuyun. Bazı yerlerde metin, bilinçli olarak nefes alır, kimi soruları ise bilinçli olarak yanıtlamaz. Çünkü biliyorum ki her hayat, kendi cevabını kendi zamanında bulur. Yazı, kimi yerde aynadır: size sizi gösterir. Kimi yerde ise pencere görevi görür: dışarıya, daha geniş bir mekana açılır. İkisini de elden bırakmadan ilerletmek istedim.
İnsan, doğduğu anda çıplaktır. Yalnızca bedensel anlamda değil; kimlik, inanç, fikir, beklenti... hepsi henüz yoktur. Bebek, boşluktur. Saf, kirletilmemiş, kapsız bir varlık.
Ve işte tam bu noktada, dünya ona ilk kapını giydirmeye başlar.
Aile bir kaptır. "Bizim soyumuz böyledir," der. "Erkekler ağlamaz," der. "Kızlar sessiz olur," der. Çocuk bu sözleri "ben" sanır. Ama o sözler, başkasının sözüdür; çocuğun değil. İlk yalan böyle başlar: kapı kimlik diye pazarlamak.
Toplum bir kaptır. "Bu mahallede böyle davranılır," der. "Bizim dinimizde şöyle yapılır," der. "Ülkemizin geleneği budur," der.
Ve çocuk büyüdükçe, bir kap daha, bir kap daha, bir kap daha... Gömlek üstüne ceket, ceket üstüne palto, palto üstüne zırh. En sonunda, altındaki beden unutulur. Zırh kim olduğunu söyler artık.
İdeoloji bir kaptır. Sağ bir kaptır, sol bir kaptır, merkez bir kaptır. Her biri der ki: "Gel, bana sığın, ben seni koruyacağım." Ve insan sığınır. Çünkü dışarıda soğuk, içeride ise kalabalık. Kalabalık sıcak tutar.
Ama unutulur ki, kalabalık bazen boğar da.
Modern çağda ise kaplar hızlandı. Sosyal medya, günlük kap üretir. Trendler gelir, geçer; insanlar her gün yeni bir giysiye bürünür.
Dün "bu moda"ydı, bugün "şu moda." Kimlik, bir tüketim malı gibi raflara dizilir. Beğeni sayısı, takipçi rakamı, viral olmak—hepsi birer kaptır. Ve en tehlikelisi, bu kaplar o kadar hızlı değişir ki, insan kim olduğunu unutur; çünkü kim olduğunu hiç öğrenememiştir.
İşte ilk gerçek: Kaplar, dışarıdan giydirilir. İçeriden çıkmaz. Ve sen, kap değilsin. Sen, kapın altında ezilmiş, unutulmuş, boğulmuş olan şeysin.
İnsan neden kaba sığınır? Cevap basit ve acıdır: Boşluktan korkar.
Boşluk, insanın en eski düşmanıdır. Anlamsızlık, kimsesizlik, yalnızlık ve hepsi boşluğun çocuklarıdır. İnsan, boşluğa baktığında kendini görür; ve çoğu zaman, orada hiçbir şey bulamaz. Hiçbir şey görmek, varlığın en büyük tehdididir. O yüzden insan, boşluğu kapatmaya çalışır. Nasıl? Kaplarla.
Bir çocuk, okula gider. "Ne olacaksın?" diye sorulur. Çocuk bilmez. Ama bilmemek, utançtır; çünkü toplum, boşluğu utanç sayar. O yüzden çocuk, bir kap bulur: "Doktor," der. Ya da "mühendis," der. Ya da "öğretmen," der. Hangisi olduğu önemli değil; önemli olan, boşluğu doldurmuş olmaktır.
Bir genç, büyür. "Kimsin?" diye sorulur. Genç, yine bilmez. Ama yine bilmemek utançtır. O yüzden bir rozet takar: "Ben solcuyum," der. Ya da "ben sağcıyım," der. Ya da "ben merkezdeyim," der. Rozet parlaktır; boşluk, mattır. Parlak olan görünür, mat olan unutulur.
Bir yetişkin, yaşlanır. "Hayatın anlamı ne?" diye sorar kendine. Ve yine, yanıt bulamaz. Ama bu sefer, utanç daha derin vurur; çünkü ömür geçmiş, boşluk hâlâ orada. O yüzden yetişkin, son bir kap bulur: "Din," der. Ya da "millet," der. Ya da "aile," der. Kap, şimdi mezar taşında yazacak tek kelimedir.
İşte ikinci gerçek: İnsan, boşluğa dayanamaz. Dayanamadığı için, kapı kimlik yapar. Kimlik yaptığı için, kapı savunur. Savunduğu için, kaptan çıkamaz. Çıkamadığı için, ölene kadar kap kalır.
Ama boşluk suç değildir. Boşluk, sorumluluğun başlangıcıdır. Çünkü yalnızca boşlukta, insan özgürdür. Kapsız, saf, çıplak. Ve özgürlük, korkutucudur. İşte bu yüzden, çoğu insan özgür olmak istemez; güvende olmak ister. Ama güvenlik, kapın içinde değildir. Güvenlik, kaptan çıkma cesaretindedir.
Kap yalnızca fikir değildir. Kap, ritüeldir. Ritüel, kapın bedensel halidir; fikir kafadadır, ritüel ise ellerdedir, ayaklardadır, dildedir.
Bir insan, sabah kalkar. Namaz kılar. Ya da spor yapar. Ya da kahve içer. Ritüel, günün başlangıcıdır. Ritüel olmadan, gün başlamaz; çünkü ritüel, düzeni kurar. Ama unutulur ki, düzen bazen hapistir.
            Bir toplum, bir araya gelir. Marş söyler. Ya da dua eder. Ya da slogan atar. Ritüel, birliği kurar. Ritüel olmadan, kalabalık dağılır; çünkü ritüel, ortak dili verir. Ama unutulur ki, ortak dil bazen sessizliği boğar.
            
            Bir devlet, tören yapar. Yemin alır. Ya da bayrak çeker. Ya da anma töreni düzenler. Ritüel, otoriteyi kurar. Ritüel olmadan, otorite meşruiyet bulamaz; çünkü ritüel, gücü kutsar.
        
Ama unutulur ki, kutsanan her şey, sorgulanamaz olur.
Ritüel, kaba kılıf yapar. Fikir soyuttur; ritüel, somuttur. Fikir tartışılır; ritüel, yapılır. Ve yapılan şey, zamanla doğal görünür. Doğal görünen şey, sorgulanmaz. Sorgulanmayan şey, zincir olur.
Bir çocuk, "neden?" diye sorar. "Çünkü öyle," denir. "Ama neden öyle?" diye tekrar sorar. "Çünkü her zaman öyle olmuş," denir. "Ama doğru mu?" diye son kez sorar. "Sus," denir. Ve çocuk susar. Susar, çünkü ritüel, soruyu öldürür. Ritüel, zamanla "doğru" olur; hakikat ise, "eski" kalır.
İşte üçüncü gerçek: Ritüel, kapın zırhıdır. Zırh parlatılır, cilalanır, gösterişli kılınır. Ve altındaki beden, zırhın ağırlığıyla çöker. Çökse de, zırh çıkarılmaz; çünkü zırh olmadan, beden çıplaktır. Ve çıplaklık, bu toplumda utançtır. Ama bilmezler ki, asıl utanç, yaşarken ölmektir. Ritüel, ölü bedeni ayakta tutar. Ve ayakta duran ölü, yaşayan diye anılır.
Bir insan, kapı kırdığında, yalnız kalmaz. Toplum, onu ihanetle suçlar. "Sen bizden değilsin," der. "Sen değiştin," der. "Sen bozuldun," der. Oysa değişen, bozulan, başkası olan o değildir; farkına varan odur.
Toplum, aynadır. Ama çoğu zaman, kırık aynadır. Parçalar birbirini gösterir; ama bütün, kayıptır. Her parça, kendini bütün sanar. Sağ parça, "gerçek bu taraf," der. Sol parça, "hayır, gerçek bu taraf," der. Merkez parça, "ikisinin ortası," der. Ve herkes haklıdır; çünkü herkes kendi parçasına bakar. Ama kimse, aynayı bütün olarak görmez.
Ve bir gün, biri gelir. Aynayı kaldırır. "Bakın," der, "kırıksınız." Toplum, öfkelenir. "Sen aynayı kırdın," der. "Hayır," der o, "ben yalnızca gösterdim." Ama toplum dinlemez. Çünkü kırık ayna, bütün aynadan daha güvenlidir. Kırık aynada, yüzün tamamı görünmez; yalnızca hoşa giden parçalar görünür. Bütün aynada ise, çirkinlik de görünür. Ve kimse çirkinliğini görmek istemez.
O yüzden, aynayı tutan kişi, toplumun düşmanı olur. "Linç edilsin," derler. "Susturulsun," derler. "Yok edilsin," derler. Ve yok edilir. Ama yok edilen şey, kişi değildir; aynadadır. Ayna kırıldığında, toplum rahatlar. Çünkü artık kimse, onlara gerçeği göstermez.
Ama gerçek, aynada değildir. Gerçek, kırıldıktan sonra da kalır. Çünkü gerçek, gösterilmekle yok olmaz. Gerçek, görmemekle yok edilir. Ve toplum, görmemeyi tercih eder. Görmezden gelir. Unuş eder. Ve sonra, yine eski halına döner. Kırık aynasıyla, yaşamaya devam eder.
İşte dördüncü gerçek: Toplum, aynadır; ama kırıktır. Kırık aynanın parçalarına ideoloji denir. Her ideoloji, kendi parçasını bütün sayar. Ve bütün saydığı için, diğer parçaları yok sayar. Yok saydığı için, gerçeği bulamaz. Gerçeği bulamadığı için, boşluğa düşer. Boşluğa düşer ama kabul etmez. Kabul etmediği için, yeni kaplar üretir. Ve döngü, böyle sürer.
İdeoloji, ölür. Ama ölüşü, bir intihar gibidir. İntihar eden, yaşamak istemez; ama yaşayamaz da. İdeoloji de böyledir: Hakikati taşıyamaz; ama hakikatsiz de yaşayamaz. O yüzden, ölür. Ama ölürken, yeniden doğar. Ve doğduğu yer, küllerdir.
Bir ideoloji, önce bir fikir olarak doğar. "Eşitlik," der. Ya da "özgürlük," der. Ya da "düzen," der. Fikir, güzeldir; çünkü soyuttur. Soyut olan, lekelenmeye uzaktır. Ama sonra, fikir somutlaşır. Parti olur, hareket olur, devlet olur. Somutlaşınce, leke başlar.
Eşitlik, bir kılık değiştirir: "Hepimiz eşitiz," derken, "ama bazılarımız daha eşit," demeye başlar. Özgürlük, bir kıyafet giyer: "Herkes özgürdür," derken, "ama bazı özgürlükler yasaktır," der. Düzen, bir zırh takar: "Toplumsal barış," derken, "ama barış için susacaksınız," der. Ve böylece, fikir, kapı dönüşür.
Kap olduktan sonra, ideoloji artık fikir değildir; ritüeldir. Ritüel, eleştiriye kapalıdır. "Bu bizim değerimizdir," denir. Değer, tartışılmaz; çünkü değer, kutsaldır. Kutsal olan, sorgulanmaz. Sorgulanmayan, zamanla çürür. Çürüyen, kokar. Ama koku, parfümle örtülür. Parfümün adı: "Gelenek."
Ve bir gün, ideoloji çöker. Partiler dağılır, hareketler sönümlenir, devletler yıkılır. Ama yıkılanı gören, rahatlık hisseder: "Bitti," der. Oysa bitmemiştir. Çünkü ideoloji, fikir olarak ölse de, ihtiyaç olarak yaşar. Ve ihtiyaç varsa, yeniden doğar. Başka bir isimle, başka bir kılıkla, başka bir ritüelle. Ama aynı kap olarak.
Sağ ölür, yeni sağ doğar. Sol ölür, yeni sol doğar. Merkez ölür, yeni merkez doğar. Ve hepsi der ki: "Biz eskilerden farklıyız." Ama fark, yalnızca ciladadır. Özde, aynı kaptırlar. Aynı boşluktan korkanlardır. Aynı güvensizlikten beslenirledir. Aynı yalnızlıktan kapılanlardır.
İşte beşinci gerçek: İdeolojiler ölmez; yeniden doğar. Doğarken, eskisinden ders almaz; çünkü ideolojinin hafızası, seçicidir. İyiyi hatırlar, kötüyü unutur. Başarıyı anar, suçu gömmek ister. Ve gömdüğü suçun üzerine, yeni bir büst diker. Büstün altında ceset varsa, ceset "şehit" olur. Şehit olunca, sorgulanmaz. Sorgulanmayınca, yine aynı hata tekrarlanır. Ve döngü, böyle sürer.
Peki, kaplar kırıldıktan sonra ne olur? İnsan, boşlukta nasıl yaşar? Yaşayabilir mi?
Cevap: Evet. Ama kolay değildir.
Boşlukta yaşamak, sabır ister. Boşluk, hemen dolmak ister; çünkü boşluk, doğasına aykırıdır. Doğa, boşluktan nefret eder. Ama insan, doğa değildir. İnsan, boşluğa dayanabilir. Dayanırsa, özgür olur. Dayanmazsa, yeni kaplara sığınır.
Boşlukta yaşamak, yalnızlığı kabul etmek demektir. Kapsız insan, kalabalığın dışında kalır. Çünkü kalabalık, ortak kap ister. Ortak kap olmadan, ortak dil olmaz. Ortak dil olmadan, anlaşma olmaz. Anlaşma olmadan, insan yabancılaşır. Yabancılaşınca, dışlanır. Dışlanınca, yalnız kalır. Yalnız kalmak korkutucudur. Ama bazen, yalnızlık, tek dürüst hâldir.
Boşlukta yaşamak, sorumluluk almak demektir. Çünkü kap, sorumluluğu dağıtır. "Bizim inancımız böyle," denir; sorumluluk, inanca yüklenir. "Bizim partimiz böyle," denir; sorumluluk, partiye yüklenir. "Devlet böyle emrediyor," denir; sorumluluk, devlete yüklenir. Ama boşlukta, kimse yoktur yükleneceğiniz. Yalnızca kendiniz varsınızdır. Ve kendinizden başka suçlayacak kimse yoktur. Bu, ağırdır. Ama hakkaniyetlidir.
Boşlukta yaşamak, sürekli inşa etmek demektir. Çünkü kap, hazırdır; giyersiniz, olursunuz. Ama boşlukta, hiçbir şey hazır değildir. Her gün, yeniden kurarsınız kendinizi. Her karar, sizi yeniden tanımlar. Her söz, sizi yeniden yazar. Ve bu yorucudur. Ama özgündür.
İşte altıncı gerçek: Boşlukta yaşamak, bir lüks değildir. Bir zorunluluktur. Çünkü kaplar, eninde sonunda çürür. Çürüyen kapın içinde kalmak, yanarken ölmek demektir. Boşluğa çıkmak ise, yanmadan kurtulmak demektir. Ama kurtulunca, soğuk vurur. Soğuk vurduğunda, yeni bir kap aramak kolay olur. Ama eğer dayanırsanız, soğuğa alışırsınız. Alışınca, artık yeni bir kaba ihtiyaç duymazsınız. Sadece kendinize ihtiyaç duyarsınız. Ve kendiniz yeter.
İnsan, iki çizgi arasında durur. Bir çizgi, toplumun beklentisidir. Diğer çizgi, kendi korkusudur. Ve arada kalan boşluk, insanın ta kendisidir.
Toplum der ki: "Böyle ol." Korku der ki: "Öyle olamazsın." İnsan, ikisinin arasında sıkışır. Sıkışınca, ya topluma boyun eğer, ya korkuya teslim olur. İkisinde de, kendini kaybeder.
Ama bir üçüncü yol vardır: Boşlukta durmak. İki çizginin arasında, sıkışmadan, ezilmeden, yalnızca ayakta kalmak. Bu, en zor yoldur. Çünkü toplum, itekler. Korku, çeker. Ve insan, ikisine de direnmelidir.
İki çizginin arası, geniş değildir. Bir insan kadardır. Ama o kadar yeter. Çünkü insan, büyük bir yer istemez; yalnızca kendi yeri ister. Kendi yeri, küçük olsa da, özgür olmalıdır. Özgür olmazsa, zindan olur. Zindan büyük bile olsa, hapistir.
Bir insan, iki çizgi arasına sığınca, ne toplumun kulu olur, ne korkusunun. O, yalnızca kendinin olur. Ve kendinizin olmak, bu dünyanın en az teklif edilen şeyidir. Çünkü dünya, size rol verir: "Baba ol," der. "Oğul ol," der. "Vatandaş ol," der. "Çalışan ol," der. Her rol, bir kaptır. Ve roller çoğaldıkça, insan kaybolur.
Ama iki çizgi arasında duran insan, rollerden arınır. Rolsüz insan, çıplaktır. Ve çıplaklık, bu toplumda utançtır. Ama utanmayan insan, özgürdür. Özgür insan, toplumun en büyük tehdididir. Çünkü özgür insan, kopyalanamaz. Kopyalanamayan şey, kontrol edilemez. Kontrol edilemeyen şey, tehlikelidir.
İşte yedinci gerçek: İki çizgi, arası bir insan kadar. Bu, bir slogan değildir. Bir ölçüdür. İnsan, ne toplumun beklentilerine göre, ne korkusuna göre ölçülür. İnsan, kendi boşluğuna göre ölçülür. Ve boşluk, doldurulacak bir eksiklik değildir. Boşluk, korunacak bir alandır. O alanda, yalnızca sen varsın. Ve senin yettiğin yer, senin ülkendir.
Peki, kaplar nasıl kırılır? Arınma nasıl olur?
Birinci adım: Farkındalık. Kapı görmeden kıramazsınız. Kapı görmek, onu giyen değil, ondan sıyrılan bakışla mümkündür. Bir gün, aynaya bakarsınız. "Ben kimim?" diye sorarsınız. Ve cevap bulamazsınız. İşte orada, ilk kırık başlar. Çünkü cevap bulamadığınız yer, kapların altıdır.
İkinci adım: Acı. Kapı görmek yetmez; görmek acıtır. Çünkü kapın altında, unutulmuş bir "ben" vardır. O "ben," yıllardır bakılmamış, sevilmemiş, duyulmamıştır. Onu görmek, ona dokunmak, onu kabullenmek—hepsi acıtır. Ama acı, şifa değildir; şifanın ilk adımıdır.
Üçüncü adım: Kırma. Kapı gördünüz, acısını hissettiniz; şimdi sıra kırmaya gelir. Kırmak, fiziksel bir eylem değildir. Kırmak, söylemektir: "Bu kap benim değil." Kırmak, reddetmektir: "Ben bu role sığmam." Kırmak, vazgeçmektir: "Bu maskeden yoruldum." Kırmak kolaydır; ama kırılanın yerine ne koyacağınızı bilmemek, zordur.
Dördüncü adım: Boşluk. Kap kırıldıktan sonra, bir boşluk kalır. Boşluk, doldurulmalıdır; ama acelesiz. Çünkü aceleyle doldurulan boşluk, yeni kaplarla dolar. Sabırla durduğunuz boşluk ise, zamanla kendinizle dolar. Kendinizle dolmak, yavaştır. Ama kalıcıdır.
Beşinci adım: İnşa. Boşlukta durduktan sonra, yeniden inşa etmeye başlarsınız. Ama bu sefer, başkasının taslağıyla değil, kendi elinizle. Her taş, sizin kararınızdır. Her duvar, sizin sorumluluğunuzdur. Ve ev bittiğinde, ev sizindir. Başkasının evi değil. Sizin.
Altıncı adım: Kabul. İnşa ettikten sonra, kabul edersiniz: "Ben buyum." Kabul, bitişi değil, başlangıcı işaret eder. Çünkü kabul edilen şey, artık değişebilir. Reddedilen şey, donmuş kalır. Kabul ettiğinizde, akışa girersiniz. Akışta olanın kenarı yumuşaktır; donmuş olanın kenarı keskidir. Keskin kenarlı insan, çarptığı her şeyi keser. Yumuşak kenarlı insan ise, çarptığı şeyi okşar.
İşte sekizinci gerçek: Arınma, bir varış değildir. Bir yolculuktur. Yolculuğun sonu yoktur; çünkü insan, sürekli değişir. Ve değişen insan, sürekli arınır. Arındıkça, boşluk büyür. Boşluk büyüdükçe, kaplar küçülür. Kaplar küçüldükçe, özgürlük artar. Özgürlük artınca, sorumluluk ağırlaşır. Ama ağırlık, yük değildir. Ağırlık, varlığın kanıtıdır.
Sistem, kapların toplamıdır. Sistem, bireylerin değil, kapların örgütlenmesidir. Bir insan, sisteme girdiğinde, kimliğini kapının önünde bırakır. "Vatandaş," der. "Çalışan," der. "Tüketici," der. Ve kişi, numaraya döner.
Sistem, soruyu sevmez. Sistem, cevabı sever. Cevap, önceden yazılmıştır; sormanız yeterlidir. Ama soru sormazsanız, cevap zorla verilir. Ve zorla verilen cevap, emir olur. Emirle yaşayan insan, robot olur.
Sistem, boşluğu tolere etmez. Boşluk, sistemin kara deliğidir. Boşlukta duran insan, sisteme girmez. Sisteme girmeyen insan, sayılmaz. Sayılmayan insan, yok sayılır. Yok sayılan insan ise, ya yok olur, ya ayaklanır.
Ayaklanma, sistemin en büyük korkusudur. Çünkü ayaklanan, kapı reddeder. Kapı reddeden, sistemi tehdit eder. Sistemi tehdit eden, düşman ilan edilir. Düşman ilan edilen ise, susturulur. Susturulmak, ölmek değildir; görünmez olmaktır. Görünmez olan, unutulur. Unutulan, yok olur.
Ama unutulan her şey, bir gün geri döner. Bellek, kapların altında saklıdır. Kaplar kırıldığında, bellek geri gelir. Bellek geri geldiğinde, sistem sarsılır. Çünkü sistem, unutmaya dayanır. Unutulan şey, yönetilebilir. Hatırlanan şey ise, hesap sorar.
Sistem, tarihsizleştirmeye çalışır. "Geçmiş geçmişte kalsın," der. "Geleceğe bakalım," der. "Nefret söylemi yaymayalım," der. Ama söylemediğiniz şey, tekrarlanır. Hatırlamadığınız yara, irinler. Ve irin, patlar.
Bir gün, biri gelir. "Hatırlayın," der. Sistem, öfkelenir. "Sen nefreti körüklüyorsun," der. "Hayır," der o, "ben hafızayı diriltiyorum." Ama sistem dinlemez. Çünkü hafıza, sistemin en büyük tehlikesidir. Hafızası olan toplum, aldanmaz. Aldanmayan toplum, kontrol edilemez. Kontrol edilemeyen toplum ise, özgürdür.
O yüzden sistem, hafızayı öldürür. Tarih kitaplarını yeniden yazar. Kahramanları değiştirir, kötüleri aklayabilir. Ve yeni nesil, yeni tarih öğrenir. Yeni tarih, eski yalanın adıdır. Ama yalan, ne kadar tekrar edilirse edilsin, gerçek olamaz. Gerçek, toprağın altında bekler. Ve toprak, eninde sonunda konuşur.
İşte dokuzuncu gerçek: Sistem, kapların toplamıdır; ve her sistem, çökmek için doğar. Çöküş kaçınılmazdır; çünkü yalan sürdürülemez. Ama sistem, çökmeden önce, kapları sımsıkı tutar. Tutar ki, çökünce herkesi birlikte götürsün. Kaptan çıkan kurtulur. Kapın içinde kalan, enkazın altında kalır.
Dil, düşüncenin evidir. Ama ev bazen hapishaneye döner. Hapis, duvarlarla kurulur. Dilin duvarları ise, kelimelerdir.
Bir kelime, bir kaptır. "Vatan," dediğinizde, bedeniniz gerilir. "İhanet," dediğinizde, yüzünüz kızarır. "Kutsal," dediğinizde, diziniz çöker. Kelimeler, duygularınızı tetikler. Ama duygular, sizin değildir; öğretilmiştir. Ve öğretilen duygu, yönlendirilebilir.
Toplum, kelimelere sahip çıkar. "Bu kelime bizimdir," der. "Bu kelime kirletilmişti, biz temizledik," der. Ya da "Bu kelime artık yasaktır," der. Kelime yasak olduğunda, fikir de yasak olur. Çünkü kelimesiz fikir, doğamaz. Ve doğmayan fikir, tehlike değildir.
Ama bazen, kelimeler ölür. Eskir, paslanır, anlamını kaybeder. "Hürriyet" kelimesi, bir zamanlar kan dökülmüş bir kelimeydi. Şimdi, reklam panosunda yazıyor. "Adalet" kelimesi, bir zamanlar insanların sokağa döküldüğü kelimeydi. Şimdi, bürokratik bir dosyanın kapağında duruyor. Kelimeler öldüğünde, fikirler de ölür. Ölü fikir, tekrarlanır; ama hissedilmez.
Dil, boşluğu da dolduramaz. Çünkü boşluğun dili yoktur. Boşluk, sessizliktir. Sessizlik ise, dilin sonudur. Dil bittiğinde, kelimeler susar. Kelimeler sustuğunda, yalnızca varlık kalır. Varlık, kelimeden önce gelir. Ama toplum, kelimeyi varlıktan önce koyar. O yüzden toplum, varlığı unutur; kelimeyi kutsallaştırır.
İşte onuncu gerçek: Dil, bir hapishanedir; ama kaçış yolu vardır. Kaçış yolu, dili kırmaktır. Kırmak, yok etmek değildir; yeniden yaratmaktır. Eski kelimeleri temizlemek, yeni kelimeler üretmek, bazen de kelimeden vazgeçip sessizliğe sığınmaktır. Çünkü en derin hakikatler, kelimesizdir. Aşk, kelimesizdir. Acı, kelimesizdir. Ölüm, kelimesizdir. Ve boşluk, kelimelerin ötesindedir.
Kaplar, sevgiyi öldürür. Çünkü sevgi, boşlukta doğar. Boşluk yoksa, sevgi de yoktur.
Bir çocuk, annesini sever. Ama sonra, anneye "anne" denir. Anne, bir roldür. Rol, bir kaptır. Kap giydirildiğinde, gerçek kaybolur. Çocuk, artık anneyi değil, "anne"yi sever. Ve "anne," toplumun tanımladığı şeydir: "Fedakâr," der. "Şefkatli," der. "Acı çekse de ses çıkarmayan," der. Gerçek anne, belki acı çekmek istememektedir. Belki ses çıkarmak istiyordur. Ama kap, buna izin vermez. O yüzden anne, rolünü oynar. Rol oynarken, kendini kaybeder. Kendini kaybeden anne, sevemez; çünkü sevgi, "ben"den başlar. "Ben" yoksa, sevgi de yoktur.
Bir insan, birini sever. Ama sonra, o kişiye "sevgili" denir. Sevgili, bir kaptır. Kap giydirilince, beklentiler başlar: "Sadık olacak," der. "Anlayışlı olacak," der. "Hep yanımda olacak," der. Ama gerçek insan, belki bazen uzak kalmak istiyordur. Belki bazen anlayışsız olmak istiyordur. Belki bazen sadakatsizdir—ama dürüstçe. Dürüst sadakatsizlik, yalancı sadakatten daha saftır. Ama toplum, dürüstlüğü değil, rolü önemser. O yüzden sevgili, rolünü oynar. Oynarken, sevgi ölür.
Bir millet, ülkesini sever. Ama ülkeye "vatan" denir. Vatan, bir kaptır. Kap giydirilince, sevgi milliyetçiliğe döner. Milliyetçilik, sevgi değildir; sahiplenme hissidir. "Bu toprak bizimdir," der. "Bu bayrak bizimdir," der. "Bu tarih bizimdir," der. Ama toprak, kimsenin değildir. Bayrak, bir kumaştır. Tarih, yoruma açıktır. Sahiplenme hissi güçlendikçe, gerçek sevgi azalır. Çünkü gerçek sevgi, bırakır. Milliyetçilik ise, tutar. Tutan sevemez; çünkü sevgi, özgürlüktür.
İşte on birinci gerçek: Sevgi, boşlukta yaşar. Kap giydirilince, sevgi görev olur. Görev olan şey, mecburiyet olur. Mecburiyet olan şey, zindan olur. Zindanda kalan sevgi, sonunda nefrete döner. Ve nefret, kırılmış bir sevginin cesetidir. O yüzden, sevmek istiyorsanız, önce kapları çıkarın. Kaplarınızı da, karşınızdakinin kaplarını da. Çıplak sevgi, korkutucu olabilir. Ama en az o kadar güzeldir. Çünkü çıplak sevgi, gerçektir. Ve gerçek, her zaman güzeldir, acı verse bile.
Bu manifestonun sonu yoktur. Çünkü boşluk, bitmez. Boşluk, sürekli genişler. Genişledikçe, yeni şeyler görünür. Görünen her şey, yeni bir soru doğurur. Soru, cevap aramaz; yalnızca var olur.
Siz, bu metni okurken, belki kendi kaplarınızı görmüşsünüzdür. Belki bazılarını tanımışsınızdır: "Aile" kapı, "iş" kapı, "ideoloji" kapı, "din" kapı, "millet" kapı. Hepsini görmüş olabilirsiniz. Ama görmek, kurtulmak değildir. Görmek, yalnızca başlangıçtır.
Kurtulmak için, cesaret gerekir. Cesaret, kapı fırlatmak değildir. Cesaret, kabul etmektir: "Ben bu kapların içinde yaşadım. Ama artık yaşamak istemiyorum." Kabul ettikten sonra, yavaşça soyunursunuz. Bir kap, sonra bir kap daha. Bazen acı verir. Bazen soğuk vurur. Bazen yalnız kalırsınız. Ama her çıkardığınız kap, size daha fazla alan açar. Alan genişledikçe, nefes alırsınız. Nefes aldıkça, yaşarsınız.
Ve bir gün, son kapı çıkardığınızda, kendinizi görürsünüz. İlk defa. Tanımazsınız belki. Çünkü yıllardır görmemişsinizdir. Ama tanımasa da, bilirsiniz. İçinizden bir şey der ki: "İşte, sen busun." Ve o an, korku geçer. Çünkü artık saklanacak bir şey yoktur. Savunacak bir kap yoktur. Yalnızca sen varsın. Çıplak, kırılgan, ama özgür.
Boşluk, buradadır. Boşluk, hep buradaydı. Yalnızca görmemiştiniz. Şimdi görüyorsunuz. Ve gördüğünüz anda, seçim sizin: Boşluğa girecek misiniz? Yoksa yeni bir kap mı giydirereksiniz?
Seçim özgürdür. Ama şunu bilin: Her giydiğiniz kap, bir ömrünüzü alır. Her kap, sizi biraz daha öldürür. Kaplar, sizi korumaz. Kaplar, sizi gömülerek yaşatır. Canlı mezar, en sessiz ölümdür.
Boşluk ise, yaşamdır. Boşluk, özgürlüktür. Boşluk, korkutucudur. Ama en azından, gerçektir.
Ve gerçek, yeter.
~İmza: Hiç kimse. Çünkü ben de bir kabım.